İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) Genel Müdürü Görgün Taner, 1982 yılında başladığı ve bugüne kadar devam ettiği kültür sanat yolculuğunu, Türkiye’nin sanatsal alanlarda bulunduğu noktayı ve İKSV’nin yeni kültür sanat sezonu çalışmalarını AA muhabirine değerlendirdi.
Kültür sanata ilginiz nasıl başladı? Etkinlenme aileden mi, eğitimden mi yoksa çevrenizdeki arkadaşlardan mı?
Hepsi diye cevap vereyim. Ben 1959 doğumluyum, 60 yaşındayım yani. Küçükken babamın görevi nedeniyle bir lojmanda oturuyorduk. Demiryollarında memurdu babam. O lojmanda oturuşumuzun bize getirdiği, sokakta değil de lojmandaki yakın arkadaşlarla bazı şeyleri paylaşma ortamı vardı. Ağabeyim de ben de o zaman çok revaçta bir ansiklopedi olan ‘Resimli Bilgi’yi ve ‘Hayat Ansiklopedisi’ni sayfa sayfa çevirip okurduk. Okumaya çok meraklıydık. Bu biraz da annemden kaynaklanıyordu. Küçükken hatırladığım şeylerden biri, ağabeyim bir tarafına ben bir tarafına otururduk. Bize bütün klasikleri önce o okurdu. Sonra biz okumaya başlayınca ondan devraldık. Bu kitap okuma fetişizmi bizim yaşımızdakiler ve kuşağımızdakilere de herhalde o dönemlerden geliyor. Biz gençlere ‘Kitap okumuyor.’ diyoruz. Öyle değil. Onlar da okuyor ama bu okumanın şekli şemaili, bilgiyi alma şekli, bilgiyle olan iletişim, okumayla olan ilişki değişti. Benim kuşağımın bunu iyi irdelemesi, fark etmesi ve gençlere sürekli ‘Hiç okumuyorlar’ dememesi lazım. Bizden önceki kuşaklar ne diyordu bilmiyorum ama kimsenin de benim gibi oturup ‘Resimli Bilgi’ okuyup Mariana Çukuru’nun 11 bin metre derinlikte olduğunu bilmesini beklemiyorum. Bu zamanda zaten bu çok manasız.
1983’teki Sinema Günleri’nde Kent Sineması Koordinatörü olarak başladığınız İKSV’de 2002’den beri “Genel Müdür” olarak görev yapıyorsunuz. Neydi bunca yıl sizi bu işin içinde olmaya iten motivasyon?
1983’te Hülya Uçansu ile tanıştım. Serdar Atav isimli bir arkadaşım, ‘Bir rehber gurubuna ve çalışacak insanlara ihtiyaç var. Sinema günleri başlıyor, sen gelmek ister misin?’ dedi. Ben de üniversitedeyim, ‘Tabii’ dedim. İngilizce biliyorum, İstanbul’u biraz biliyorum ve seviyorum. Geldim ve Hülya Hanımla çalışmaya başladım. İKSV’deki bütün bu çalışma hayatım boyunca birçok kişiyle çalıştım ve onlardan çok şey öğrendim. Tabii beni işe aldığı için Hülya Uçansu’dan da çok şey öğrendim. Boş zamanlarımda demeyeceğim. Çünkü bunu yaşamın bir parçası olarak görüyorum ben. İKSV’de çalışmaya başlamadan önce sinema, tiyatro, konser faaliyetlerine hem giderdim hem de okurdum. İKSV, bütün bunların bir bileşkesi gibi geldi. Girdim ve orada da kaldım. Epey uzun oldu farkındayım ama çok mutlulukla burada uzun bir dönem çalıştım diyebilirim.
“Cem Karaca, Erkin Koray konserlerini ilk Kent Sineması’nda izlemiştim”
Ailenizde müzik, sinema ya da tiyatroyla ilgilenenler var mı?
İzleyici olarak var. Biz Kadıköy’de oturduğumuz için her pazar günü babam ve annem bizi o zamanki Rexx sinemasına götürürdü. Açık yazlık sinemalar vardı. Duvar dibinde bir yazlık sinema vardı Üsküdar’da mesela. Caddebostan Budaklar, İkizler sineması gibi… O sinemalarda çok film seyrettim. Bu yıllar 1960’ların sonları 1970’ler. Hiç unutmuyorum Kızıltoprak’ta çok güzel bir Kent Sineması vardı. Daha sonra birçok sinemanın başına geldiği gibi yıkıldı ve yerine çok katlı bir takım siteler yapıldı. 3 bine yakın kapasitesi olan ve hatta orada ilk Cem Karaca, Erkin Koray konserlerini seyrettiğim sinemadır. Kırmızı koltukları vardı. Çok güzel bir sinemaydı. Gençliğimin önemli bir kısmı sinemalarda ve tiyatrolarda geçti. Okuyarak ve bunları konuşarak… Biz zamanında çok konuşuyorduk arkadaşlarla kendi aramızda. Bunları tartışıyorduk. ‘Şimdi nasıldır bilmiyorum.’ demek istemiyorum ama bütün bunlar bana İKSV’ye giden yolu da biraz açtı orada çok mutluyum.
Günlük yaşamınızı işinizle beraber düşündüğünüzde, ne kadar vakit ayırıyorsunuz sanata ya da bu şehrin kültürüne? Yani sabah kalktığında Görgün Taner akşama kadar ne yapıyor?
Ben bir süre ODTÜ’de İşletme okudum. ODTÜ İşletme’de sene 1977, bir hocamız vardı, Muhan Soysal. O demişti ki ileride hepiniz yönetici olacaksınız. Bu arada ben ODTÜ İşletmeyi bitirmedim, ODTÜ’den atıldım. Boğaziçi (Üniversitesi) Tarih bölümüne girdim. Şunu söylemişti bize, ‘İki şeyi muhakkak yapmanız lazım. Bunlardan bir tanesi her sabah kalktığınızda -o zaman tabii düşün sene 1977. İnternet yok, hiçbir şey yok. Faks bile var mı yok mu çok emin değilim. Telex var ama- Dünya haberlerini okuyacaksınız. Dış haberler. Çeşitli görüşlerden iki gazete alacaksınız. Bunlardan dünya ve Türkiye haberlerini okuyacaksınız. Ne oluyor? Öğreneceksiniz, bileceksiniz. İkincisi de ileride çalışmaya başladığınız zaman, herkes 9.00’da gidiyorsa siz 8.30’da, 8.30’da işe gidiyorsa siz 8.00’de gideceksiniz.’ derdi. Nedense bunlar bende çok yer etmiş. O nedenle ben sabahleyin, ilk kalktığımda -eskiden internet yokken de- muhakkak önce gazete okurdum. Mavi yolculuğa gittiğimiz zaman bile muhakkak bir yerlerden gazete almaya çalışırdım. Ya da o tekneler gelir ya yanınıza, ‘Ertesi gün bizi şu koyda bulursan bize gazete getirsene.’ derdim. Arkadaşlarım da biraz benim gibi oldukları için hepimiz aynı minvaldeydik? Dünyayla entegre olma ve ‘dünyada ne oluyor’u merak etme ve bilme konusunda biraz fazla meraklıyım. Hem uluslararası basın hem de Türkiye’deki basını takip ediyor, okuyorum. İlk yaptığım iş bu oluyor.
Kültür ve sanat faaliyetlerine zaman ayırmak konusu ise şöyle; zorunluluktan gittiğim birtakım faaliyetler var. Yine zorunluluktan gittiğim resepsiyonlar ve benzeri etkinlikler var. Akşam ziyaretleri diyeyim ona da. Onun haricinde kalan zamanda kendi keyfime göre sinemaya gitmeye yani film izlemeye çalışıyorum. Bazı meraklarım var. Bazı sahaf arkadaşlarım, tanıdıklarım var. Onları ziyaret ediyorum bolca ve antika peşinde koşuyorum. Bunları da kültür sanatın büyük şemsiyesi altında değerlendirdiğim için söylüyorum.
“Herkes her yere, her an ulaşma imkanına sahip”
Siz, sanatçıların birçoğunun ilk ulaştığı, öncelikle ulaşmak istediği kurumlardan birisiniz. Yeni bir sanatçının yani henüz sesini duyurmaya çalışan birinin, günümüz koşullardaki şansı ne kadardır? İşi ne kadar kolay ya da ne kadar zor?
Bu çok tartışılan bir konu. Dünyada da bunun üzerine bir sürü makale yazılıyor. İnternetin ve sosyal medyanın geldiği bu en son noktada, ‘Sanat demokratikleşti’ şeklinde bir kavram var. Herkes her yere, her an ulaşma imkanına sahip.
Tabii, sanat dediğinizde ‘Merhaba ben buraya bunu çizdim.’ şeklinde bir şey olmayacağına göre bunun da bir eğitimi demesek de eninde sonunda belirli bir süzgeçten geçirilmiş hali ve belirli bir istişare sonunda bir entelektüel faaliyet olarak ortaya çıkması gerekiyor. Bu konuda hızla kalitesizleşme olduğunu iddia eden başka bir görüş de var. Bunların ortasında bir şey yok mu? Var. Sanatçı ya da kendisini o şekilde isimlendiren her kimse, sanat kurumlarına ya da beraber çalışmak istediği insanlara eskisinden daha rahat ulaşabiliyor mu? Daha rahat ulaşabiliyor mu ondan emin değilim ama daha çok imkanı olduğuna eminim. Bugün musiki alanında çalışan birisi, müzik üretimi konusunda daha şanslı bana sorarsanız ama o şansı dünyada kimlerle, nasıl paylaşıyor, kaç kişi artık onunla beraber paylaşıyor? Eskiden bu havuz nasıl bir havuzdu, şimdi ne kadar büyüdü? Bunu dinlemek isteyen kitle de en az bunu üreten kitle kadar büyüdü mü, büyümedi mi? Bunlar büyük sorular. Benim gözlemlerime göre bu, eski yıllarda olduğundan bir nebze daha kolay.
Ben özellikle bir 20-30 yıl sonra hem müzik üretiminin başka bir yöne doğru çekeceğini, zaten çekti diyenler var da, ben biraz daha muhafazakar olduğum için çekeceğini düşündüm. Çünkü ‘Spotify var artık hepimiz oradan dinliyoruz’ diyoruz. Ne oldu? Arada CD ve kaset gitti ama plağa geri dönüldü. Şimdi diyeceksiniz ki plakla Spotify kıyaslanır mı? Yani bir tanesini milyarlar, milyonlar konuşuyor. Öbüründe işte 5-10 bin kişi. Ama şöyle bir şey var, müziğin kalitesini Vinyl’den, Long Play’den (LP) dinlediğinizde çok daha iyi anlayabiliyorsunuz, eğer kulağınız ona hazırlıklıysa. Tabii ki diğeri de müzik. Ben de evde Spotify’dan dinliyorum ayrıca. Ama orada bir büyük dünyanın içinden seçim yapıyorsunuz. Yani elinizde bir Ipad, bilgisayar ya da cep telefonunuzdan koca bir dünyadan, ya aşağı indirerek ya da telefonunuzun durumuna göre seçim yapıyorsunuz. Öbürünü ise seçtiğiniz yerler ayrı. O da nedir? Bir plakçı dükkanı ya da eskiden plak satan bir yer. Ön seçiminizi yapıyorsunuz sonra başka bir küçük grubu evde oluşturuyorsunuz. Seçip onların içinden alıyorsunuz yani sürekli aynı dünyayla muhatap değilsiniz diye düşünüyorum.
“Dijitalleşme kaçınılmaz bir şey”
Dijital çağın kültür sanata kötü etkileri var mı?
Bu bahsettiğimiz çok renklilikten ve çeşitlilikten ne anladığınıza bağlı. Dijital dünya bu renkliliği, çeşitliliği öldürüyor ve tekdüzeliği mi beraberinde getiriyor diye sormadan edemiyorum ama müzik dediğin şey zaten insanlığın, yaşanan çağın bir şekilde yansıması. O çağdan, o çağın insanlarından o müzik ortaya çıkıyor ve o müzik, o insanları etkileyerek bir sonraki çağı ve bir sonraki adımı hazırlıyor.
Biz mesela zamanında herhangi bir şarkıyı sözsüz çok fazla düşünemezdik. İşte benim zamanımda enstrümantal diye James Last orkestrası, Fausto Papetti falan vardı. Onun haricinde bütün müzikler sözlüydü. Bob Dylanları, Joan Baezleri ya da Aşık Veysel’i dinleyip sen de söylerdin. Bir müddet sonra 2000’li yıllara bile kalmadan, teknolar ve benzeri şeylerle insanın müzik dinlerken kendini ifade etme şekli değişti. Gençliğin ya da müzik dinleyenlerin sözsüz, ritimlerle vücudun hareketleriyle herkes bir müzik dinleme sevdasına kapıldı.
Şimdi biraz geriye dönüş var mı, yok mu? Zannediyorum şu anda iki arada bir derede gidiliyor ama ben mesela şunu düşünüyorum. Bu dijitalleşme de kaçınılmaz bir şey. Dünyayı gittiği yerden geriye çok fazla çeviremezsin. Bu da kendine yeni bir kanal açtı ama diğer kanallarla beraber hır gür etmeden bir arada olursa iyi olur. Mesela bir akustik gitarla şarkı söyleyen birisiyle sadece dijital müzik yapan ve o alanda ilerleyen birisi, bir arada hoş sohbet bir şekilde ilerlerlerse, bu piyasada, bu dünyada herkese, her müzik türüne yer var hala.
“Kara komedileri hiçbir şeye değişmem”
Bireysel olarak film, tiyatro, sinema ve müzikte hangi türleri seviyorsunuz?
Müzikte maalesef biraz yine muhafazakarlık olacak ama ben biraz 1970’lerin rock müziğinde kaldım. Döne döne onları dinliyorum. Yeni şeyler de dinliyorum ama zamanında kaydedilmiş plakları buluyor, alıyorum. Yani resmi olarak çıkmamış ama bir konserde kaydedilmiş, örneğin 1968’de Pink Floyd konserinin o zamandan bu zamana gelen rulo kayıtlarını daha sonra basıyorlar plaklara. İşte onları bulup alıyor yeniden dinliyorum. Bence ‘müziğin en altın çağı’ denir ya, bir yandan altın çağıydı 1970’li yıllar. 1974-1980’lerin başında da ondan sonra başka türlü bir dünya oluşmaya başladı. Klasik müzik dersen tabii ki onu da dinliyorum. Birazdan ‘Ben her türlü müziği dinliyor, her türlü filmi izliyorum’a getireceğim yavaş yavaş. Tabii ki onları da dinliyorum. Tiyatroda dans tiyatrolarını ve klasikleri biraz daha tercih ediyorum. Film açısından da filmde kara komedileri hiçbir şeye değişmem.
Peki unutamadığınız film var mı, hangisi?
Çok sevdiğim bir film var. Yani kara komedi değil sevdiklerimin önemli bir kısmı. Ama şunu söyleyeyim Fitzcarraldo’yu çok severim. 1982’de sanıyorum, amazonun içine opera binası inşa etmeye çalışan bir idealistin hayatını anlatır, onu çok severim. Müzikte neyi seviyorsunuz derseniz de, benim favori grubum Pink Floyd’dur. Pink Floyd’un neredeyse bütün basılmış resmi ve gayri resmi plaklarını topladım, aldım. Çok az eksiğim vardır.
En eski plağınız kaç yıllık? Çok kıymetli plaklarınız var mı?
Var ama 1920’ler-1930’lardan taş plaklar da var. Onun için en eski plağım şu yıldır diyemeyeceğim ama en eskiler arasında Suzan Lütfullah var, büyük ihtimal onlardır. Özellikle yılına bakıp tasnif yapmadım.
Çok plağınız var mı ? Sayısal olarak düşündüğünüzde?
Çok değil birçok koleksiyoncuya göre ama 2000’e yakın.
“Kütüphane kokusunu çok severim”
Koleksiyonunuz var mı peki?
Koleksiyon, kolay bir şey değil. Çok iddialı bir alan. Benim okuma yaptığım ve bilgi sahibi olmaktan mutlu olduğum ve ileriki dönemde o bilgilerimi paylaşmaktan da mutlu olacağım alanlar var. Bir tanesi mutfak, yeme içme. 1844’te Mehmet Kamil’in Melceü’t-Tabbahin’den (Aşçıların Sığınağı) bu yana Günay Kut ve Turgut Kut hocalarımın bibliyografyası üzerinden çıkmış eski ve yeni yazı 1950’lerin sonuna kadar önemli yemek kitaplarını topladım. ‘Hayırdır ne yapacaksın bunlarla’ derseniz, değerlendireceğim daha sonra. ‘İçlerinden gözümü kapatıp açıp bir sayfa, bir yemeği parmağımla gösterip onu yapmaya çalışacağım, diye arkadaşlarla bazen gülüyoruz. Ama olmayacak şey de değil. Bir de adab-ı muaşeret ve İstanbul üzerine epeyce bir anı, seyahatname topluyorum. Bunları yan yana getiriyorum. Boğaziçi (Üniversitesi) Tarih’te okurken özellikle o zaman dördüncü sınıfların girdiği yakın tarih diye bir bölüm vardı kütüphanede. O bölümün kitap kokusu farklıydı. Kütüphanelerin kitap kokusu vardır. Belirli bir süredir büyük halk kütüphanelerine gitmiyorum. En son Beyazıt’a gittim ama onun da tam kütüphane kısmında hissetmedim, başka bir nedenle gittiğim için büyük ihtimalle. Ama çok güzel bir kitap kokusu vardır. O zaman tarih öğrencileri olarak tabii okumak, kitaba gömülmek daha da başka türlüydü. Onun için onu hem çok severim hem de o zamandan kalma bazı alışkanlıklar var onları sürdürmeye çalışıyorum.
Osmanlı Türkçesi ile aranız nasıl?
Eski Türkçe 3 ay çalışırsam okurum. Ben Tarih mezunu olduğum için eski Türkçe yazıp okuyordum. Tabii kullanılmayınca unutuluyor bazı şeyler. Şimdi çat pat ama 3 ay çalışırsam okurum. Çünkü benim Osmanlıca hocam da Günay Kut’tu. Günay Hocanın hakkını vermemiz lazım. Birinci dönemin sonunda bizi Aşiyan’a yollar, orada mezar taşları okuturdu. Yani harika bir hocaydı.
“Festivaller her zaman ölümsüzdür”
Sinema ve dizi sektörü düşünüldüğünde online mecralardaki yayıncılığın ne gibi avantajları ve dezavantajları var sektöre? Özellikle festival filmlerini çok etkiler mi bu tarz yayıncılık?
Açıkçası sektörle ilgili çok konuşamayacağım, o alana çok hakim değilim. Ama ben başka bir yönden bakmaya çalışayım. Dünyanın büyük metropollerine ve önemli kentlerine gittiğiniz zaman, o kentlerde hep kentin geçmişiyle örtüşen ve o geçmişi yaşatan, geçmişi günümüze getiren ve günümüzden de öteye gittiği zaman böyle anıtsal bazı mekanlar, bazı binalar vardır. Şunun binası, bunun binası… Mimar isimleriyle de anılan ya da belirli yerlerin binası. Batı’da bu bazen opera binaları olur ya da özellikle Fransa, Londra ve Almanya’da olduğu gibi kentin eski sinemaları vardır. Bizde tabii üzüldüğüm şey, mesela İstanbul’da bunun giderek yok olmaya başlaması. Çeşitli maddi zorunluklar tabii ki olabilir. Sinemaların daha çok AVM’lerle özdeşleşen bir hale gelmesi söz konusu. ‘Burada bir AVM yapıyoruz. Şunun içine dört tane de sinema koyalım.’ gibi bir hesaplama yapılması ve açıklama olarak ‘Dışarıda tek başına durduğu zaman kurtarmıyor.’ gibi bir akıl yürütmeyi beraberinde getirmesi. Bu Batı’da olmuyor mu? Batı’da da oluyor ama sinemayı sadece sinema salonu işlevi olan bir yerlerde seyretmenin zevkinin ve atmosferinin farklı olduğunu düşünüyorum. Bu belki belirli bir kuşak için geçerlidir. Nasıl demin dedik ya, kitap okuyan kuşak şimdiki gençlere, ‘Bunlar nerede kitap okuyor? Okumuyorlardır herhalde’ diye davranıyor işte öyle.
Biz kendi alışkanlıklarımızın sürmesini ve önümüzdeki dönemlerde de onlardan birtakım kırıntıları görmeyi istiyoruz. Nedir o? Çalınan plak ama müziği öbür tarafta da dinleyebilme. Sinemayı izleyeceğin bir salonun olması yani geçmişten günümüze gelen. Ama aynı zamanda AVM’nin içinde film izlenmesine de karşı da değilim. O da hayatın bir gerçeği. O da olacak. Kitap dediğinde, biz elimizdeki kitabı okurken, ‘Aman ağaçları kesmeyelim. IPad’den, tabletten oku. Kitap okumanın rengi değişti.’ denilmesi. Bunların hepsi birbirini tamamlayan noktalar. Dizi sektörünü ve sinemayı bir kenara koyuyorum. Çünkü o konuda çok bilgi sahibi değilim. Ama özellikle film festivallerini ve film festivallerinin getirdiği ruhun, bu filmleri teker teker ve evlerde izlemekle aynı olmadığını düşünüyorum. Çünkü bir festivalin şenlik havası yarattığını, sizin, benim aynı sosyal ortamda o filmi seyretmekle yetinmeyip o film hakkında konuşarak, o film hakkında bilgi alışverişinde bulunmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ben 20 tane filmi evde tek başıma seyredip bunu beğendim, bunu beğenmedim diye yanlarına çarpı işareti koymamın bana ne yararı var, o filmi yanımdaki başka birisiyle ya da grupla tartışıp fikir alışverişinde bulunmadıktan sonra. İşte o fikir alışverişleri toplumsal hayatın bir parçası değil mi? Birbirimizle kaynaşmıyor muyuz bu tartışmalarla? Yoksa, ‘ben Bond filmi seyrettim sen de dün gece şunu seyrettin’ diye birbirimize bunun haberini vermek değil önemli olan. Önemli olan o ekrandaki resmi, onun arka planını, onun ifade ettiklerini büyük bir konuşma ve tartışma ortamına çevirebilmek. İşte festivaller bunu veriyor, işte bunun için de festivaller her zaman ölümsüzdür diye düşünüyorum.
Bundan 10 küsur sene önce Londra’da yapılan büyük bir canlı müzik konferansı var. Orada çok eski bir festival direktörü vardı. Çok da yaşlı bir adam, o zaman 70 küsur yaşlarındaydı. Kalkıp demişti ki, ‘İnsanlık öyle bir yere gidiyor ki artık evde sinema, evde müzik falan var. Festival ve benzeri dünyalar, insanların o evlerden çıkıp bir araya gelip hoşça vakit geçirmelerini, hayat standartlarının yükselmesini ve birbirleriyle bu entellektüel faaliyetin tartışılmasını sağlıyorlar. Bu nedenle bu festivaller hiçbir zaman ölmeyeceği gibi sayıları giderek artacaktır. Buna ilgi de artacaktır.’ demişti. Bu tabii sosyalleşmenin de çok önemli bir parçası. Kendisine o zaman ‘Doğru mu söylüyor.’ demiştik ama şu an çok haklı olduğunu görüyoruz.
“Aman turist gelsin diye müze yapılmaz”
Şehirlerdeki müze ve sanat ilişkisine dair değerlendirmenizi de alabilir miyiz?
Bunu sadece kentteki müze değil de üretilen sanatın sahnelendiği ya da gösterildiği bir sanat merkezi olarak ele alalım. Bu müze, tiyatro salonu, sinema salonu ya da benzeri salonlar olabilir. Biraz önce de bahsettiğim gibi, bu alanda düşünen, ilgisi olan bu alanda faaliyete katılmak isteyen birçok insanın bir araya geldiği ve aynı zamanda bu bir araya gelişlerle de toplumsal hayatın şekillendiği yerler ortaya çıkar. Ben kültür ve turizmin ilişkisinin birbirinden ayrı olması gerektiğini düşünsem de kültürel faaliyetlerin sadece kültürel faaliyet olarak gerçekleştirilmesi, eğer turizm olacaksa bu nedenden ve bunun peşine takılarak gelmesi gerektiğini savunanlardanım. Yani ‘Aman turist gelsin.’ diye müze yapılmaz. İstanbullu, Ankaralı ya da Akhisarlı, ona bir kültür dünyasıyla ilgili haber vermek ve o kültürün dünyasını zenginleştirmek için bir şey yaparsanız, onu görmeye dışarıdan birisi gelirse o kültür turizmi olur. O gelsin diye buraya bir şey yaparsan, o halkla ilişkisini de zaten kuramamış olursun. Ama her zaman olduğu gibi bunun hem ekonomisi hem sosyolojisi var. Sanatsal üretime bu derece katkı, şehrin bu açılardan zenginleşmesi, bizim yaratıcılık, hikaye anlatımı, hayal etme dediğimiz, aslında şu anda çok revaçta olmadığı düşünülen ama geleceğin dünyasını şekillendiren bütün melekelerin de öne çıkmasına ve arkadan itilmesine yardımcı olur.
Peki kültüre, sanat verilen önem yeterli mi?
Geleceğimiz sadece kod yazmak değil. Geleceğimiz hayal etme, hikaye etme, yaratıcılık, kültür. Churchill’in galiba bir lafı var, zannediyorum. Yanlışım varsa daha sonradan düzeltebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kabine toplanmış. ‘Para da yok, Londra’yı da düzelteceğiz. Ne yapalım’ demişler. O bütçeden kes, bu bütçeden kes. Konu Kültür Bakanlığı’na gelince, ‘Bir dakika.’ demiş Churchill. Biz bütün hayatımız boyunca neler yaptık. Yani biz bütün hayatımız boyunca, bu savaşı bu kültürü korumak için yapmadık mı? Niye savaştık ki biz?’ demiş. Arttırın, iki katına çıkartın kültürü’. İşte bütün mesele bu. Sen zaten onun için bu savaşı veriyorsun, vermişsin. Doğrudur, yanlıştır demiyorum ama kentlere katkısı da bu oluyor.
“İKSV’de sezon hiç kapanmıyor”
İKSV’nin yeni sezonunda nasıl hazırlıklar var? Gençler için yeni projeler var mı? Dünyanın hangi ünlü isimlerini ve prodüksiyonlarını ağırlayacak İKSV bu yıl?
İKSV’deki faaliyetlerde sezon hiç bitmedi. Bizim için sezon 365 gün, hatta 4 senede bir 366 gün diyebiliriz. Bizim senemiz film festivaliyle başlıyor. Akabinde müzik festivali, caz festivali, bienal- bir sene İstanbul Bienali sonraki sene Tasarım Bienali- Filmekimi, tiyatro festivali devam ediyor. Leyla Gencer Şan Yarışması’nı 3 senede bir yapıyoruz. Bu arada 365 gün boyunca İKSV SALON’da ve belirli bir süredir İKSV Alt Kat’ta çeşitli faaliyetlerimiz var. SALON’da daha gençlere yönelik konserler ve etkinlikler oluyor. İKSV Alt Kat’ta ise öğrenme programları, sanatta erişilebilirlik konusu ele alınıyor. Çocuklar ve sanata erişmekte zorluk çekenlerle ilgili çeşitli çalışmalar yapılıyor. Bu nedenle aslında bizim pek yeni sezonumuz yok. Çünkü bütün sezon çalışmaya devam ediyoruz. Bunun için de çok mutluyuz.
Müzik ve caz festivallerinin program çalışmaları sürüyor. Tiyatro festivalinin programını hepiniz zaten biliyorsunuz. Kasım ve aralık aylarında önümüzdeki senenin hem büyük isimleri hem caz ve müzik programları kesinleşmiş oluyor. Zannediyorum ocak başı hatta belki daha önce bu programı izleyicilerle ve sizlerle paylaşacağız.
AA 08.10.2019